PERDELER

alternatif bir çocukluk anısı*

 

Anneannemin ölümünün üzerinden bir yıldan fazla zaman geçmiş. Onunla ilgili olan hiçbir şey benim için canlılığını kaybetmedi, ama yokluğunu da hiçbir zaman tam olarak algılayamadım. Daha doğrusu algılayamamışım, dün fark ettim. Uzun süredir görmediğim bir arkadaşımla akşam üzeri evde oturmuş sohbet ettiğimiz sırada, bir an, onun sigarasından çıkan dumanın perdelerin önünde yavaşça yükselişine takıldı gözüm. Bu basit görüntünün hatıralarımı herhangi bir şekilde tetikleyebileceğini hiç tahmin edemezdim. Fakat nasıl olduysa, bu görüntü sayesinde, çocukluğumun en eski zamanlarına dair çoktan unuttuğumu zannettiğim hatıralar aniden kafamın içerisinde canlanmaya başladı ve içinde olduğum Beşiktaş’taki ev, bir anlığına da olsa benim gözümde anneannemin eski eviyle birleşti; eşyalar, sesler, pencereler, perdeler sanki çocukluğumdaki haline dönüşmüştü. Sanırım ilk defa o zaman anneannemin eksikliğini tam olarak hissettim; hiçbir şey konuşmak gelmedi içimden. Garip bir anlamsızlık hissi içerisinde bir süre sessizce oturmayı sürdürdüm ve dumanın dağılarak kayboluşunu izledim; aynı beş yaşına kadar yanında kaldığım anneannemin sigarasından çıkan dumanı izlediğim çocukluk yıllarımdaki gibi. 

Hayatımın ilk anılarını oluşturan bu duman, ortaya çıktığı anda hemen dağılmaz; aksine, ince ve yoğun bir şekilde yavaşça yükselir, bazen kalınlaşıp ardından tekrar incelerek birkaç kıvrım yapar, sonrasında da yıllardır duvarda asılı duran - annemin çocukken el işi dersinde siyah zemin üzerine küçük tahta parçalarından yaptığı – su taşıyan kadın resminin veya haddinden fazla ses çıkaran tahta oymalı duvar saatinin önünde kaybolur, henüz hayal ile gerçeği ayıramayacak yaşlarda olan bana sihirli bir gösteri sunardı. Dumanın dağılıp kaybolmasının hemen ardından gözlerimi tekrar dumanın çıkış noktasına çevirir ve aynı gösteriyi tekrar tekrar izlerdim. Fakat bu tüm sihirli olayın benim için en beklenmeyen yanı, dumanın anneannemin evinin salonda asılı olan koyu kırmızı perdelerin önünde kaybolmasıydı. Böyle durumlarda dumanı izlemeyi bırakır ve esrarengiz bir korku hissiyle perdelere bakardım. Onlar, benim gözümde kumaştan yapılmış katı ve aşılması imkânsız duvarlardı. Öğle uykusu vakti geldiğinde, anneannemin vişne çürüğü rengindeki perdeleri kapanır ve evin içini siyah olmayan - koyu kırmızı - bir karanlık kaplardı. Bu tarifi güç kırmızı karanlığı çocukluğum boyunca normal bir gecenin siyah karanlığından nasıl da farklı algıladığımı şimdi hatırlıyorum. Akşam mesai çıkışının ardından annem beni almaya geldiği için geceleri anneannemde kalmazdım. Bu yüzden koyu kırmızı perdeler, her akşam yerlerini kendi evimdeki odamın renkli perdelerine bırakırdı. Sabahları eğer herkesten önce uyanmışsam uzun uzun bu renkli perdelerin üzerindeki pembe panter çizimlerini incelerdim. Bu resimlerde pembe panteri izleyen sakar dedektif, ilk sahnede elindeki büyüteçle ayak izlerini takip ederken, ikinci sahneye geçildiğinde büyüteçten başını kaldırmadan yürüdüğü için bir çukura düşerdi. Üçüncü sahnede aynı dedektif ayak izlerinin gittiği bir ağacın etrafını kontrol ederken, pembe panterin ağacın dallarında oturduğunu gören ben, nasıl olur da dedektifin kafasını kaldırmayı akıl edemediğini düşünürdüm.  Sonraki sahnelerde ise her şey tekrar en başa döner ve perdedeki resimler ilerledikçe hikâye sonsuz bir döngüye girerdi; dedektifin düştüğü zemin yeni bir sahnenin başlangıcına bağlanır ve o sahnenin sonunda da aynı dedektif yine biraz sonra düşeceği - ayak izleri ile dolu olan - yola girerdi. Ben bu sonsuzluk döngüsünü algılamaya ve çözmeye çalışırken zamanın nasıl geçtiğini fark edemez ve sonunda yine kendimi anneannemin vişne çürüğü perdelerinin önünde bulurdum. Yükselen sigara dumanları her yeni günde olduğu gibi tekrar perdelerin önünde dağılıp kaybolmaya başlar; öğle uykusu vakti gelip perdeler kapandığında ise evdeki antika denebilecek eşyalar yine o kırmızı karanlığa gömülürdü. Günlerim böyle geçerken odamdaki renkli perdenin içinde bulunan sahnelerin sonsuz döngüsü, yerini iki farklı evin perdeleri arasındaki döngüye bırakırdı. Ne yazık ki o günlerin her biri, benim dışımdaki insanların hafızalarından kaybolup gittiler. Bense ölümün aramızdaki her türlü iletişimi ortadan kaldırdığı bu günlerde, anneanneme o perdeleri hala hatırladığımı söyleyememenin pişmanlığını duyuyorum.

Bilinen bir alıntıda da söylenildiği gibi;  “Bütün yetişkinler bir zamanlar çocuktu. Ama sadece çok azı bunu hatırlar.” Benim de tüm bu kaybolup giden anı parçalarını hatırlamaktan başka elimden bir şey gelmiyor. Anneannemin evi, yassı metal kül tablası, duvardaki antika tahta saat, vitrinin üzerindeki - ne olduğunu hiçbir zaman anlayamadığım - porselenler ve eski perdeler; artık her biri birer anıya dönüştüler. Sanırım anneannemin kaybının yarattığı boşluğu da en çok bu anıları düşününce anlıyorum; çünkü onun gidişiyle bu anılara ortak olarak sahip olduğum son kişi de artık hayatta değil. Ve bir gün ben de var olmadığımda, tüm bu hatıralar ve eşyalar, sanki hiç var olmamışlar gibi unutularak yok olup gidecekler.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Beyaz Zarf

O Belde

Kuşlar