Kuşlar

 

Güvercin, serçe, karga… Pencereden dışarı bakabilmek için ayak uçlarıma basmak zorunda olmaktan yeni kurtulduğum ilkokul yıllarında, evde bulduğum eski bir dürbünle oturduğumuz lojmanların bahçesine bakarken aklımda yalnızca bu üç lanetli kelime yankılanıyor. Kuşlara olan takıntılı sevgi ve merakım sayesinde babama, içinde ülkedeki tüm kuşlara ait resimlerin ve kısa açıklamaların bulunduğu bir kitabı aldırmayı başaralı en fazla birkaç ay olmuş fakat şimdiden, ara sıra okula bile götürdüğüm kitabın yarısını ezberlemiş durumdayım. Boynumda dürbünümle pencerenin önünde dikilerek, her an tetikte bir asker gibi dışarısını izliyorum. Bahçedeki otopark duvarının dibinde birkaç kuş toprağı eşeleyerek yiyecek bir şeyler arıyor. Dürbünümü hemen o tarafa doğru çeviriyorum; iki-üç güvercin. Yine aynı. Önemli bir şey değil. Sırayla bahçedeki ufak ağaçları, yolun karşısındaki apartmanın önündeki iki çalıyı, caddedeki yeni yapılan binaların çatılarını ve çok uzaklardaki – bunun için dürbünün ayarını değiştirmem gerekecek- boş koruluğu gözden geçiriyorum. Çalılardaki hiç durmadan yer değiştiren küçük serçeler dışında kuşlara dair en ufak bir iz bile yok. Yanımda duran kitabımın sayfalarını karıştırıyorum. İlk bölüm: Ördekler. Dışarı bakıyorum. Pencereden görünen cadde pek de ördeklerin yaşayabileceği bir yere benzemiyor, geç. İkinci bölüm: Yırtıcı Kuşlar. Tam hevesle resimlere bakmaya başlarken kafama dank ediyor; olur ya o an bir mucize gerçekleşse ve gökyüzünde büyük bir kartal belirse bile elimdeki emektar dürbünle görüp göreceğim şeyin bulutların önündeki siyah bir siluetten fazlası olmasına imkân yok. Öyleyse, geç. Sayfaları hızlıca çeviriyorum. Beşinci bölüm: Ötücü kuşlar. Resimlerine bakıyorum ve lojmanın bahçesine yakıştırdıklarımdan birini seçiyorum; Sarı Kiraz Kuşu. “Erkeğin kafası parlak sarı, sırtı çizgili kahverengi, kuyruk sokumu kızıl kahverengi ve karnı da sarı renklidir. Dişi ve erişkin olmayanların tüyleri erkeklerin daha mat renklisidir. Çalılık ve orman kenarlarında açık alanlarda yaygın olarak yaşarlar”. Okumayı kesiyorum, bu bilgi hoşuma gidiyor. Uzakta görülen korulukta olabilir mi acaba? Hem ODTÜ ormanlarına da uzak değiliz. Dürbünle çevreyi hızlıca bir kolaçan ediyorum. Sarı kiraz kuşuna benzeyen hiçbir şey yok. Dışarıdan bir karga sesi geliyor. Zaten etrafta kiraz ağacı olduğu da yok ki diye düşünüp kitabın sayfalarını tekrar çeviriyorum; Mavi Baştankara. “Kuyruk, kanat ve başın üstü mavi, alın ve yanaklar beyaz, sırtı yeşil, karnı ise tümüyle sarıdır. Gerdanı ile gagası arasında gözü kapatan siyahımsı mavi ince bir bant bulunur. Heyecanlandığı zaman, ensesindeki kısa tacı kalkar. Türkiye'de yıl boyunca bütün bölgelerde görülür.” Ne garip bir isim diyorum kendi kendime. Ama tüm Türkiye’de varmış. Neden buralarda da olmasın ki? Hemen kuşla ilgili kısa açıklamanın yanındaki haritaya göz atıyorum. Dağılım alanı Ankara’yı da kapsıyor. Tekrar bahçeye bakıyorum; civarda uçuşan birkaç güvercin dışında bir şey yok. Annem artık ödevimi yapmam konusunda söylenmeye başlıyor. Bir şekilde atlatıp balkona çıkıyorum. Tübitak’ın yayınladığı kuşlar ile ilgili bir kitabın sonundaki tahta kuş evinin planlarını kullanarak -kartondan da olsa- yaptığım yuvayı kontrol ediyorum. Boş. Güvercinler bile yuva yapmamış. Kitabımı ve dürbünümü bir kenara atıp odama gidiyorum. Sayfaların içerisinde gördüğüm yüzlerce farklı kuş resmi gözlerimin önüne geliyor. Renkli, sevimli ve ilginç kuşlar. Ama varlıklarına dair çevremde hiçbir iz yok. Neredeler acaba? Haritalara göre buralarda bir yerlerde olmaları lazım. Fakat benim tek görebildiğim: Güvercin, serçe, karga…

Birkaç yıl sonra, Ankara’nın her zamanki gibi bembeyaz olduğu bir kış sabahı, babam Eymir Gölü’ne gitme fikriyle geliyor ve annemin “Acaba başka zaman mı gitsek çok üşürüz şimdi” endişeleri arasında arabaya biniyoruz. Evden çıkmadan önce uzun zamandır kitaplığın rafında duran kuş kitabımı ve küçük bir not defterini aceleyle cebime atıyorum. Heyecanlıyım. Yoldayken kitaba tekrar bir göz gezdiriyorum. En arka sayfalarda, normal koşullarda Türkiye’de görülmesi beklenmeyen ama bir anlık kafa karışıklığıyla nereye göç edeceğini karıştırıp kendini Türkiye’de bulabilen şaşkın kuş türlerinin yer aldığı bir bölüm var. Ve bu bölüm diyor ki: “Olur da bu şaşkın kuşlardan biriyle karşılaşırsanız, mutlaka not alınız ve en yakın kuş derneklerine bildiriniz.” Bildiğim hiçbir kuş derneği yok. Fakat benim not defterim yanımda, hazırım. Belki bu kuşlardan biriyle karşılaşırım diye hayal ediyorum. Normalde Eymir’de olması gereken kuşları göreceğime yönelik zaten hiç şüphem yok. Kaldı ki onlar olmasa bile gölde kesin ördekler olacağı için içim rahat. Arabayı yakınlarda bir yere bırakıp yürümeye başlıyoruz. Kardeşim etrafta koşuşturup bol bol karların arasına düşüyor. Not defterimin ilk sayfasını açıp hazır hale getiriyorum. Kararlıyım; hangi kuş olursa olsun yazacağım. Etraftaki ağaçlara bakıyorum. Birkaç karga soğuktan büzüşmüş şekilde, yapraklarını tamamen dökmüş çıplak ağaç dallarında uyukluyor. Ara sıra uzaklarda birkaç kuş uçuşuyor ama çok hızlılar; yakalayamıyorum. Külüstür dürbünüm yanımda yok. Annem, oğlumu sapık zannederler diye dışarıda dürbünle etrafa baka baka dolaşmama izin vermiyor. Göle doğru yavaşça ilerliyoruz. Hafta sonunu bizim gibi burada geçirmek için gelen birkaç aile yanımızdan geçip gidiyor. Karla kaplı kayalara, çalılıklara, yakınlardaki tek katlı küçük bir evin çatısına ve yolun iki yanında da bolca bulunan ağaçlara dikkatle bakmayı sürdürüyorum. Değişik bir kuş görünmüyor. Olsun, en azından ördekler var diye teselli ediyorum kendimi. Fakat bir gariplik var; çoktan gelmiş olmamız gereken göle bir türlü ulaşamıyoruz. Durumun ilginçliğini fark edip neden acaba diye düşünürken gözüm yolun sol tarafındaki karla kaplı düzlüğe takılıyor. Bir an olduğum yerde kalıyorum ve gördüğüm şeye inanamıyorum. Baktığım yer bir düzlük değil, donmuş olan gölün üzeri karla kaplanmış buz tabakası. Birkaç adım atıp gölün tam kenarına geliyorum. Babam buzun üzerine çıkmamam konusunda uyarıyor. Boş gözlerle göle doğru bakıyorum. Şaşkınlığımın sebebi gölün donması değil, ördekler. Ördekler neredeler? Bir çeşit buz çölü gibi görünen gölde ördeklere dair hiçbir şey yok. Sazlıkların arasına bakıyorum. Birkaç serçe korkuyla havalanıyor ama en ufak bir ördek sesi bile duyamıyorum. (Bunları yazarken aklıma Holden Caulfield’ın kışın Central Park’taki ördeklerin nereye gittikleri ile ilgili düşünceleri geliyor. Yoksa gerçekten de buzun altına mı girmişlerdi?) Biraz ileride durup bir şeyler yiyoruz. Annem, yarı şaşkın yarı üzgün halimi görünce kötü bir şey olup olmadığını merak ediyor. Herhangi bir cevap vermiyorum. Gölün etrafını dolaştığımız süre boyunca donmuş gölden gözlerimi ayırmadan yürüyorum sadece. Sonunda göl arkamızda kalıyor. Arabaya döndüğümüzde bugün gördüğüm kuşları yazdığım not defterini açıyorum. Alt alta yazılı üç kelime; Güvercin, serçe, karga…

Kuşlarla ilgili kitaplar ve çocukluk heyecanlarının yerini test kitaplarıyla sınav stresine bıraktığı lise yıllarında, nedendir bilmem, okul pikniğine katılmaya karar veriyorum. İnsanların doğada huzurlu zaman geçirebilmesi için yapılmış Çiftlik’teki büyükçe piknik alanı, her zamanki gibi insan gürültüsüyle dolup taşıyor. Her yerine yazılar yazılmış eski bir piknik masasında yanımda getirdiğim atıştırmalıkları yerken arkadaşlarımın büyük bir ciddiyetle sürdürdükleri tartışmalarını dinliyorum. Sohbetin konusu çoğu zaman olduğu gibi üniversite sınavı ve gelecek kaygısı. Üniversitelerin olduğu şehirler, okulların kampüsleri, son yılın çıkmış sınav soruları ve sınav öncesi son gece neler yenmesi gerektiği gibi konular teker teker büyük bir profesyonellikle değerlendirilip tartışılıyor. Bu konulara çok ilgi göstermiyorum. Ayaklarımızın dibine kadar yaklaşan birkaç serçe piknikçilerden arta kalanları toplamaya çalışıyor. Cebimden küçük mavi mp3 çalarımı çıkarıp açmaya çalışıyorum fakat birkaç saniyelik boş pil işareti ekranda gördüğüm son şey oluyor. Masadan kalkıp etrafta dolaşmaya başlıyorum. Geldiğime şimdiden pişmanım. Bir ağaca dayanıp maç yapanları izlemeye başlıyorum. Her şey olması gerekenden daha sıkıcı, daha garip. Acaba sınav konusunu daha çok ciddiye almaya başlamalı mıyım diyorum kendi kendime. Bu düşünceler kafamda dolanırken aylardır konuşmak için nasıl bir bahane bulsam diye düşündüğüm yan sınıftaki kıvırcık saçlı kızın birkaç adım ötemdeki masalardan birinde tek başına oturmuş telefonla konuştuğunu fark ediyorum. Konuştuğu kişiye, hafifçe yükselttiği sesiyle olduğu kadar heyecanla salladığı eliyle de bir şeyler anlatmaya çalışıyor. Yanında duran asker yeşili sırt çantasının üzeri rozetlerle kaplı. Bir süre sonra telefon konuşması sona eriyor. Yanına doğru gidip çantasının üzerindeki rozetlerin ne kadar ilginç ve güzel olduğunu söylüyorum. Teşekkür ediyor. Sonrasındaki birkaç saniyelik sessizlikte, şimdi ne diyeceğim ki diye düşünürken rozetlerden birinin üzerindeki kuş resmi dikkatimi çekiyor. “Bir kızılgerdan kuşu” diyorum. Kaşlarını çatarak anlamadım der gibi yüzüme bakıyor. Rozeti işaret ediyorum. “A evet çok sevimli olduğu için almıştım ama adının ne olduğunu bilmiyordum, adı de şirinmiş” diye yanıtlıyor. Çok yaygın bir tür olduğunu ve Ankara’da da yaşadığını söylediğimde şaşırarak “Gerçekten mi?” diye soruyor; “Hiç buna benzer bir kuş görmedim hayatımda. Neredeler?”. Bu ani ve basit soru karşısında nasıl cevap vereceğimi bilemiyorum. “Yani, buralarda bir yerlerdeler; buralarda olmalılar” diyorum heyecanla ve bir yandan, belki milyonda bir ihtimal gerçekleşir de etrafımızdaki ağaçlarda bir kızılgerdan görüp işte orada derim ümidiyle çevreme bakınıyorum. Fakat bankların üstündeki kırıntıları toplayan bir güvercin dışında etrafta hiçbir kuş yok. “Sen daha önce buna benzer bir kuş gördün mü?” diye soruyor. Hızlıca, daha önce gördüğüm kuşları geçiriyorum aklımdan; güvercin, serçe, karga… Kısa ve sessiz bir “Hayır” cevabıyla yetiniyorum; “Hayır, hiç görmedim.”

Şimdi ise salgın yüzünden döndüğüm Ankara’daki evimde bir yandan bunları yazarken bir yandan da hayatımı düşünüyorum. Birkaç sokak ötedeki eski lojmanlar satılmış olsa da bakımsız bahçeleri dışında aynı şeklide duruyorlar. Eskiden yaşadığımız dairenin camında kiralık ilanı asılı. Yoldan geçerken görüyorum. Kitabım ve dürbünüm muhtemelen dolabın ulaşılamayacak kadar derinliklerinde unutulmuşlar. Her hafta değiştirdiğim gelecek planlarımı düşünüyorum. Kafamın içinde dönüp duran sorular ve endişeler, her zamanki gibi, bu akşam da beni yalnız bırakmıyor. Yarım kalmış bir romanı alıp birkaç sayfa okuduktan sonra kenara atıyorum. Telefonda mesajlar birikiyor. Hiçbir arkadaşımla konuşmak istemiyorum. Canım sıkkın. Yalnızım. Hayatımda, şu an için konuşmak ve dertleşmek istediğim tek kadın hakkında adı dışında fazla bir şey bilmiyorum. Ne trajedi ama… Dışarıdan gelen kuş sesleri düşüncelerimi bölüyor. Yerimden kalkıp heyecanla perdeyi açıyorum. Sokaklar, ağaçların dalları, duvarların üstü, elektrik direkleri, her yer kuşlarla dolu. Fakat değişen hiçbir şey yok; yine onlar. Her birini, isimlerini içimden söyleyerek tek tek sayıyorum. Kafamda üç lanet kelime yankılanıyor: Güvercin, serçe, karga…

Yorumlar

Yorum Gönder

Bu blogdaki popüler yayınlar

Beyaz Zarf

O Belde